31 Temmuz 2012 Salı

Hosseini'den Afgan Manzaraları

Afganistan acıların toprağı. Orta Doğu'nun ortak keyfiyetinden payına düşeni almış bu açıdan. Televizyonda gördüklerimize, dergilerde okuduklarımıza ilaveten Kabil'de yaşayan bir arkadaşımın anlattıklarından, yıllar süren savaşların, cehaletin ve terörün ülkeyi bir daha dönülmez şekilde barbarlığın ve sefaletin derinliklerine gömdüğünü anlıyorum. Nüfusunun %52'sinin içecek suyu sıkıntısı çektiği, ortalama insan ömrünün 49 yıl olduğu, recm cezasının uygulandığı bir ülkede edebiyattan, dünyaca ünlü yazarlardan, romanlardan ne kadar bahsedilebilir?

Khaled Hosseini bu sefalete yol açan savaşlardan kaçarak çocuk yaşta ABD'ye sığınmış Afganlardan biri. Hem o ülkeyi içinde yaşattığı hem de bu sefaletin dışında kalarak yazmaya fırsat bulabildiği için, bence Afganistan üstüne popüler kültürde yer alan en önemli eserleri verme fırsatını yakalamış. Hosseini'nin önerdiği Afganistan'la ilgili kitaplardan önce onun kitaplarından bahsetmek istiyorum.


Yukarıda dokunduğum ama boyutlarını tam olarak sayfalarca yazsam da tam olarak anlatamayacağım perişanlık elbette Afganların %99'unu etkiliyor. Ancak felaketlerden kadın ve çocukların, azınlıklarla engellilerin kat kat fazla etkilendiği bir gerçek. Hosseini de şimdiye kadar yazdığı iki romanda ülkenin başına gelen felaketleri en çok ezilenlerin gözünden anlatmış. Uçurtma Avcısı'nda (The Kite Runner) çocukların ve Hazaralar (ülke nüfusunun yaklaşık %9'unu teşkil eden bir etnik grup)  nezdinde azınlıkların dramını anlatıyor. Bin Muhteşem Güneş (A Thousand Splendid Suns) ise iyi günde ve kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, barışta ve savaşta hep en yüklü bedeli ödeyen kadınlardan bahsediyor.


İki kitabında da benzer motifler işleniyor; şiddetli bir dalga şeklinde gelen Taliban terörü, fedakarlık, göç, sırlar, nesiller boyunca süren bir öykü çizgisi... Konu ve arka plan çok güçlü olmakla birlikte kitapları güzel kılan şey yazarın öyküleme ve kurgudaki ustalığı. İki kitabının da sinemaya aktarılması boşuna değil. Romanlar çarpıcı sahneler, en naçar anlarda beliren umutlar, en insani kaygılar, acılar ve mutluluklarla dolu.

Uçurtma Avcısı birinci ağızdan, Bin Muhteşem Güneş ise üçüncü ağızdan anlatılmakla beraber iki romandaki üslup da benzerlik gösteriyor. Yazarın acıklı bir tonu var. Kimilerine fazla gelebilecek bu trajik hava beni rahatsız etmedi çünkü bu acılar ilgi çekmek için icat edilmiş değil, gerçekten yaşanıyor. Dili gayet akıcı. Hemen her bölüme birkaç kısa cümleyle giriş yapması dikkatimi çekti. Bir de elbette bol bol Farsça kelime kullanması... İngilizcesini okuduğum Uçurtma Avcısı'nda bu Farsça kelimelerin otantik tadını daha net alabildim. Türkçesini okuduğum Bin Muhteşem Güneş'te ise Türkçe'ye geçen yüzlerce Farsça kelime nedeniyle tanıdık gelen bu kelimelerin  çoğuna dikkat bile etmedim. Belki de yazarın bu küçük oyununa bağışıklık kazanmıştım.

Washington Post "Eğer Bin Muhteşem Güneş, Uçurtma Avcısı kadar iyi mi diye merak ediyorsanız işte cevabı: Hayır. Daha iyi!" diye yazmış. İki roman da son derece sürükleyici ve etkileyici olmasına rağmen nedense Washington Post'a katılamıyorum, bence Uçurtma Avcısı daha iyi. Bu görüşte yalnız olmadığımı da internette okuduğum yorumlardan anladım. Yine de önce Bin Muhteşem Güneş'i okusaydım fikrim değişir miydi diye düşünmeden edemedim. Doygunluk ve benzer arka plan ve anlatımdan sıkılma sonucu ilk okuduğumu daha lezzetli bulmuş olabilirim, değil mi? Ayrıca bir kitabı orjinalinden okumanın da tadı başka. Bunları da göz önüne alıp bir daha düşündüğümde yine de Uçurtma Avcısı bir tık daha iyiydi diyorum. Öte yandan bir erkeğin kadınların dramını anlatmadaki becerisini de takdir etmeden geçemiyorum.

Hosseini'nin romanlarında ABD'ye gerçekçi olmayan melekvari bir rol biçildiği söylenebilir. Oysa ABD Afganistan'ın başına gelenlerden son derece sorumlu. Yazarın ABD'ye bu denli iyi davranmasını iki nedene bağlıyorum. Birincisi, bir çocukken gidip adapte olduğu, eğitimini aldığı, barışı ve güvenliği bulduğu, bugün romanlarını onun dilinde yazdığı, ekmeğini yediği ülkeye karşı bir sevgi ve hoşgörü besliyor olabilir. Bundan da ziyade ben yazarın Afganistan'ın felaketinde en büyük faturayı Afganlara kestiğini, onlara başka hiçbir etkene tepki duyamayacak kadar kızdığını düşünüyorum.

Afganistan üzerine bu iki güzel romanı kaleme alan yazar daha fazla Afganistan'dan manzaralar isteyenlere şu kitapları önermiş (Türkçeye çevrilmiş olanların adlarını parantez içinde veriyorum):
Amber - Stephan Collishaw
By the Sea - Abdulrazak Gurnah
The Swallows of Kabul (Kabil'in Kırlangıçları) - Yasmina Khadra
The Fortress of Solitude - Jonathan Lethem
The Orchard on Fire - Shena Mackay
Fugitive Pieces (Bölük Pörçük Yaşamlar) - Anne Michaels
The Map of Love - Ahdaf Soueif
West of Kabul, East of New York - Tamim Ansary
The Bookseller of Kabul (Kabil'in Kitapçısı) - Asne Seierstad
Yazarın kitaplarında da etkisi açıkça görülen en sevdiği kitapları işe şurada görebilirsiniz: Khaled Hosseini'nin En Sevdiği Kitaplar

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Azrail Aynası

Kapak başarılı!
Geçenlerde Bumarang'ın Twitter hesabından yaptığı bir yarışmada Cüneyt Ülsever'in Azrail Aynası adlı romanını kazandım. Böylece hiç aklımda yokken, polisiye-gerilim türü kitapları pek okumazken kendimi romanın sayfalarına gömülmüş buldum.

Konu hem ilginç hem çok işlenmiş; ikizler, seri cinayetler, psikiyatri. Belli ki yazar konuyu çok araştırmış. Hatta kitabın 86. sayfasında bir kaynakça bile vermiş. Şöyle:

A'dan Z'ye Seri Katiller Ansiklopedisi - Harold Schechter & David Everitt
Koliçi Bir Seri Katilin Öyküsü - Sevinç Yavuz
Seri Katiller (İki Cilt) - Fikret Topallı

Kitap klasik bir polisiyeden farklı olarak suçlunun kim olduğu, polis/dedektif karakterinin çabaları gibi unsurlara odaklanmıyor. Kitap kapağında gerilim-polisiye yazsa da gerilim yok, polisiye çok az. Katil hemen kitabın başında ortaya çıkıyor; sayfaların üçte birinden fazlası katilin çocukluk ve gençlik yıllarına, bir katili yaratan psikozların nasıl ortaya çıktığına ayrılmış. Bu açıdan kitap gerilimden çok dram tadı veriyor. Her ne kadar öykü sürükleyici olsa da özellikle Amerika yolculuğu aşaması ve sonrasının zorlama olduğunu söylemeliyim. Ülkemizde seri katillik yaygın değil diye gençleri ta ABD'ye göndermeye gerek yokmuş bence. Yüz binlerce Türk'ün yaşadığı Almanya'ya gitseler de olurmuş, ya da özgün bir vaka olsalar da. Tabi yazarın bir ABD geçmişi olduğu için ona burada geçen öykü kurgulamak daha kolay ve çekici gelmiş olmalı.

Öykü klişeye çok yatkın. Bunu engellemek için yazar son anda sanki hikayenin ucu açıkmış gibi bir hava yaratmış. Oysa polislerin ulaştığı sonucun doğruluğunu destekleyen o kadar çok unsur var ki: (dikkat spoiler!) katilin neşteri doktor kadar profesyonelce kullanması, orta yaşa gelmiş olmalarına ve çok farklı hayat tarzları olmasına rağmen ikizlern görünüşlerinin saç traşlarına kadar aynı olması, nöbetçi polislerin ikizler evde buluşmasına rağmen sadece birinin eve girip çıktığını görmesi...

İkizler gerçekten karakter güçlü; onlarla birlikte anneleri, dedeleri, babaları da gayet canlı. Yazar öldürülen kadınların bile hayat hikayelerini anlatarak onları ete kemiğe büründürmeye çalışmış. Öte yandan belki de en canlı karakterler olması gereken polisler yok gibiler. Üç komiser siyasi görüşlerine kadar anlatılmış ama sayfalardan bağımsız bir kişilik oluşturamamışlar çünkü olay boyunca Arka Sokaklar dizisindeki "Adam tam bir pislik çıktı Rıza baba!" benzeri laflardan başka bir şey söylemiyorlar. Uzun uzun anlatılan özellikleri olay boyunca hiç rol oynamamış. Belki Harun diğerlerinden biraz ayrılıyor ama yeterli değil.

Şimdiye kadar birçok eleştiride bulundum ama benim için en önemlisi dil meselesi. Gazetecilerin kitaplarını okudukça bende bir yargı oluşmaya başladı: Gazeteci adamın yazdığı kitap dil açısından vasattır; hatta kötüdür. Bunun bence iki nedeni var. Birincisi dildense içeriğe önem veren, dilin basit olmasının özellikle istendiği bir meslekten geliyorlar. Ne kadar yazmaya yakın bir iş yapıyor gibi görünseler de herhangi birinden daha iyi yazar değiller. Üstelik basının içinde olduklarından senden benden çok daha kolay kitap yayımlayabiliyorlar. Anlatım ve dil açısından bunca zayıf metinler, yazarlarının adı ve bağlantıları nedeniyle şans buluyor.

Ülsever'in de gayet basit bir anlatımı var. Kelime hazinesi kısıtlı. Bazen paragraflar bile tekrar ediyor. Sözcük zenginliğini sağlamak için yazar iğreti birkaç Arapça kökenli kelimeyi tekrarlayıp durmuş ama bu komik olmaktan öteye gidememiş. Komik çünkü diğer yandan Türkçe deyimleri bile doğru kullanamamış. İşte birkaç örnek: "baltayı sapa vurmak", "çıldırmamak içten değil", "denetim ve kontrol" (defalarca!), "eski çıkı"... Komik değil mi?

Özetle dil ve gerilim unsurundaki eksikliklere rağmen, ilginç konusu ve yazarın geniş araştırmasının hatrına çabucak okunan bir kitap; iyi vakit geçirmenizi sağlayabilir.  Hatta beğenirseniz yazarın kitabın ilk sayfalarından selam gönderdiği yine aynı üç komiserin yer aldığı Hisarüstü Cinayetleri adlı romanını da okuyabilirsiniz.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Vikitap vs. Goodreads

21 Temmuz 2012
Bir buçuk ay boyunca Kitap Notları'nda bir anket vardı: "Çevrimiçi kitap katalog sitelerinden birini kullanıyor musunuz? Evetse hangisini?" Katılan herkese teşekkürler! 

Kitaplar ve internet sosyallikleriyle ilgilenenlerin azımsanmayacak bir kısmı kullanmasa da önemli bir kalabalık çevrimiçi kitap katalog sitelerini  kullanıyor. İlk tercih Vikitap, ikincisi Goodreads. İki siteyi birden kullananlar da var. Ben de bir aydır iki siteyle de haşır neşirim; iki sosyal kütüphanede de "kütüphaneci"lik ediyorum. İşte bu da iki site arasındaki kıyaslamam. 

***

Vikitap'ın şu anki en büyük avantajı Türkçe kitap yelpazesinin çok geniş olması. Türkçe ara yüzü nedeniyle kullanıcılarının neredeyse tamamı Türkçe okuyanlar. Böyle olunca Vikitap'ta Türkçe yazılmış (ve uluslararası ün kazanmamış) kitaplar hakkında  daha çok puan ve yorum bulmak mümkün ve elbette Türkçe kitapların çoğu veri tabanına kaydedilmiş bile.

Öte yandan kitaplar hakkında kaydedilebilen bilgi sınırlı. Örneğin Goodreads'te seri kitapları numaralandırmak ve serinin adını belirtmek için bir satır bulunurken bu Vikitap'ta yok. Uzun serilerde okuyucuyu en çok zorlayan noktalardan biri de bir seride neler olduğu ve hangi sırayı takip ettiğidir. Vikitap'ta bunu görmek mümkün değilken Goodreads'te bir tıkla tüm serinin kitaplarını sıralı şekilde karşınızda bulursunuz. 

Aynı şekilde Vikitap'ta yabancı kitapların orjinal isimlerini veya ilk basım tarihlerini kaydetmeniz (ve bulmanız) mümkün değil; Goodreads'te ise veri formlarında bunun içinde yer ayrılmış ve bu bilgilere ulaşmak çok kolay.

Vikitap'ta olmayan başka bir şey nispeten önemsiz olsa da benim kullanmaktan hoşlandığım kişisel istatistikler. Mesela Goodreads'te her yıl kaç kitap veya kaç sayfa okuduğunuzu tablo halinde görebilir; okuduklarınızın okunma ve basım yılları grafiğine erişebilirsiniz. Benzer şekilde her bir kitabı okuma seyrinizi gösteren grafikler de var. Ayrıca Goodreads veri tabanına kaç kitap kaydettiğinizi de görebilirsiniz. Bunlar ne işimize yarayacak diyebilirsiniz ancak hazır elektronik ortama bu kadar bilgi girmişken kağıt kalemle yapabileceklerimin ötesinde bir şeyler görmek istemem de doğal karşılanabilir.

Goodreads'in ara yüzünün daha şık ve profesyonel göründüğünü düşünüyorum. Bu değerlendirme kişiden kişiye değişebilir tabi. Yalnız Vikitap'ın ara yüzü de fena olmamasına rağmen hafif bir kalabalık var. Daha sade ve kullanıcı dostu olabilir. Mesela Vikitap'ta bir kitabı aratıp listeye ekleyip puan vermeniz için en az 7-8 tıklama yapmanız gerek. Oysa Goodreads'te aramadan sonra liste üzerinden ekleme ve puan verme işini tek tıkla halledilebiliyor.

Ayrıca ben mi beceremedim bilmiyorum ama Vikitap'ta bir kitabın bir baskısını listenize eklediyseniz ve sonra sizin okuduğunuzun başka bir baskı olduğunu fark ettiyseniz Goodreads'teki gibi "switch edition" diyip hemen diğerini listenize ekleyemiyorsunuz. Vikitap'ta yepyeni bir kitapmış gibi önce eskisini listenizden silip sonra diğer baskıyı listenize eklemeniz, yeniden puan vermeniz ve yorum yazmanız gerek.

Bu sosyal kütüphanelerin en güzel özelliği, listenizdeki kitaplara ve onlara verdiğiniz puanlara göre kitap önerilerinde bulunabilmesi. Bu konuda da Goodreads çok önde. Öneriler kısmına girdiğinizde önceden belirlediğiniz türlere veya okuduklarınız/okuyacaklarınız listelerine göre sınıflandırılmış tavsiye edilen kitaplar görebilirsiniz. Her bir kategoride ellişer kitaba kadar çıkabiliyor bu öneriler. Öte yandan Vikitap'a üye olduğumdan beri toplam 5 kitap önerisi görebildim ve uzun süredir öneri kısmı bomboş.
Vikitap'ın sevdiğim özelliği dinamik olması. Hiç kimseyi takip etmeseniz bile son eklenen kitapları, o an çevrimiçi olan  üyelerin işlemlerini, site istatistiklerini (en çok okunan, okunmak istenen, beğenilen yorumlar vs.) izleyerek bile oyalanabilir, yeni kitap fikirleri edinebilirsiniz. Bu hareketlilikten sıkılırsanız haber akışını "çevrem", "gruplarım" vb. özelliklere göre kısıtlayabilirsiniz. Benzer bir yapı Goodreads'te de var ama herkesi takip etmek sitenin üye portföyündeki inanılmaz genişlik nedeniyle manasız kalıyor çünkü haber akışı çok hızlı ve çoğu bilmediğiniz dillerde, Türkiye'den erişemeyeceğiniz kitaplar hakkında, hiç ilginizi çekmeyen konularda olabiliyor. Sitedeki arkadaş çevreniz de pek geniş değilse haber akışı günlerce aynı kalabiliyor.

En başta Vikitap'taki Türkçe kitap çeşitliğini övmüştüm ancak Türkçeden başka bir dilde de kitap okuyorsanız Goodreads çok daha avantajlı. Goodreads'te yabancı dilde hemen tüm kitapları ve fena sayılmayacak sayıda Türkçe kitap bulabilirken Vikitap'ta yabancı dilde kitap neredeyse yok. Son tahlilde Türkçe kitap skalası daha geniş diye Vikitap kullanmaya başlarsanız ve diyelim ki İngilizce kitaplar da okuyorsanız kendinizi Goodreads'te eklemek zorunda kalacağınız kitaptan çok daha fazlasını Vikitap'a kaydetmekle uğraşırken bulabilirsiniz.

Uzun zamandır bir Goodreads hesabım vardı. Hem merak ettiğimden hem de Türkçe okuyanların çoğu Vikitap'a üye olduğundan, Kitap Notları adına sosyal kütüphane hesabını Vikitap'ta açtım. Sonuç olarak kişisel hesabımın Goodreads'te olmasından gayet memnunum. Vikitap'ın teknik ve tasarımsal anlamda biraz daha yol almaya ihtiyacı var; Goodreads'in de daha fazla Türkçe okura... Yine de bence Goodreads...


Kitap Notlarını Vikitap'ta da takip etmek siterseniz: Kitap Notları Vikitap Sayfası


17 Temmuz 2012 Salı

Murakami'nin Sevdiği Kitaplar

Kaynak: nysun.com

Haruki Murakami dünya çapında bir edebiyat yıldızı. Ülkesinde fazla "batılı" bulunsa da, genelde sınırsız övgü alıyor ve Nobel'i hak ettiğinden bahsediliyor. 1Q84 ile bu fırtına Türkiye'de de doruğa ulaştı. Ben de uzun süredir İmkânsızın Şarkısı (Norwegian Woods) adlı kitabını okumak istiyorum. (Bkz: Okunacaklar)  Okuyamadığım süre içinde de Murakami hakkında okuyup duruyorum. Murakami'yi araştırırken sevdiği kitaplar hakkında bulduklarım bakalım hoşunuza gidecek mi?

Muhteşem Gatsby - F. Scott Fitzgerald: "Muhteşem Gatsby benim favori kitabım. Birkaç yıl önce  tercüme ettim. Yirmilerimdeyken de çevirmek istemiştim ama hazır değildim." (TIME röportajında en sevdiği kitap sorusuna verdiği cevap, 2008)

Çavdar Tarlasında Çocuklar - J. D. Salinger: "Bu karanlık, rahatsız edici bir hikaye. On yedi yaşımdayken bu hikayeden çok zevk aldım, bu yüzden onu tercüme etmeye karar verdim. Komik olduğu kadar karanlık ve güçlü olduğunu hatırlıyorum. Gençken bundan rahatsız olmuş olmalıyım. J. D. Salinger'ın büyük bir saplantısı vardı, benimkinden üç kat büyük. İşte bu nedenle ben bu gece buradayım ve o değil." (University of California, Berkeley'deki konuşmasından, 2008)

Karamazov Kardeşler - Fyodor Dostoyevski: "Dostoyevsky benim idolüm....Çoğu yazar yaşlandıkça güçsüzleşmiştir. Ama Dostoyevski değil. O giderek daha büyük ve daha harikulade olmaya devam etti. Karamazov Kardeşleri 50'lerinin sonunda yazdı. Bu harika bir roman." (3:AM Magazine'deki Ronald Kelts röportajından, 2009)

Şato - Franz Kafka: "Kafka'nın çalışmasıyla 15 yaşımda tanıştım, kitap Şato idi. Harika, büyük, inanılmaz bir kitaptı. Beni olağanüstü şoka uğrattı....Kafka'nın bu kitapta tasvir ettiği dünya aynı zamanda hem o kadar gerçek hem de o kadar gerçekdışıydı ki kalbim ve ruhum iki parçaya bölündü gibi geldi." (Franz Kafka Ödülü'nü alırken yaptığı konuşmadan, 2006)

Bonus: Murakami'nin favori roman kahramanı ise Raymond Chandler'ın yarattılı Philip Marlowe. Murakami'ye göre Marlowe, Chandler'ın hayal ürünü olsa da o kendisi için gerçek. Hatta öğrenciliğinde çalkantılı bir dönemde sadece Marlowe gibi yaşamak istemiş.

13 Temmuz 2012 Cuma

Son Perde

Gremlinleri bilir misiniz? Charlie ve Çikolata Fabrikası diye bir şey duydunuz mu? Oswald Amcamı, Matilda'yı? Bütün bu güzelliklerin yazarı Roald Dahl... ve ben onunla bu kadar geç tanıştığım için hayıflanıyorum. Artık roman kadar sık öykü okumamamın nedenini yeterince iyisini okumamış olmama bağlıyorum. Saydıklarım Dahl'ın çocuklar için yazdıkları ama yetişkinler için kaleme aldıkları da bir o kadar şöhreti hak ediyor - ki meşhur zaten.

Dahl'ı, Tomris Uyar'ın seçtiği ve çevirdiği Son Perde başlıklı öykü derlemesiyle tanıdım. Kitabın arkasında ne kadar bildiğiniz korku öykülerinden değil dese de emin olabilirsiniz, kitapta hiç korkulacak bir şey yok. Ancak yine arka kapak yazısının haklı olduğu bir nokta var: "Çağdaş toplumun bireye yaşattığı "temel kaygı" duygusunun, zaman zaman alaycı, nükteci bir dille ve sağlam bir kurguyla işliyor yazar." Bu temel kaygı unsurlarını ben şöyle sıralayabilirim: ölüm (ölüm korkusu, ölüme seyirci kalma veya sevinme), aldatma, kandırma, hırs, iki yüzlülük,  geçmişle yüzleşme, değişim. Böyle söyledim diye içiniz kararacak sanmayın. 


Ayrıca kurgular gerçekten saat gibi işliyor ve kitap Tomris Uyar'ın güzel çevirisi vasıtasıyla eğlenceli ve zeki üslubunu İngilizceden Türkçeye bile taşıyabiliyor. Öykülerin en sevdiğim yanı, sonun açıkça yazılmamasına rağmen akıllıca, güçlü ipuçlarıyla okuyucuya sezdirilmesi ve keşfetme hazzının yaşatılması oldu.

Lafı fazla uzatmayıp kitaptaki her öykü hakkında birkaç ufak yoruma geçiyorum. (Bazıları spoiler içerebilir.)

1. Pansiyoncu Kadın
İlk okuduğum öyküydü ve beni, nasıl bu kadar az şey söyleyip hikâyenin sonuyla ilgili bu kadar çok ve detaylı şey düşündürebildiği çok etkiledi. Yazar bazı ipuçlarını o kadar dozunda, o kadar doğal ve yerinde vermiş ki öykünün son satırını okusanız da zihniniz tıkır tıkır işleyip sizi çok enteresan bir sona götürüyor. Ben de yazarın ipuçlarına belki de spoiler olabilecek bir katkıda bulunayım siyanür belli belirsiz bir acıbadem [kurabiyesi] kokusu yayar...

2. Cennete Çıkan Yol
Bu öykü sanki kapak resminin öyküsü. Öyküde detaylıca anlatılan yine de gerçek manasını tam kavrayamadığınız bir sahnenin resmi bu. Öykünün finalinde yazar yine hikayenin nihayetini açıkça yazmamış, birçok parçayı birleştirerek ne olduğunu biz buluyoruz. O parçalardan bir ve en sarsıcısı da işte başta anlatılıp tam olarak kavranamayan sahne. Final de aynı şekilde kapıdaki o sahneyi ve geri kalan kısımda anlatılanları anlamlandırıyor.

3. Son Perde
Bu öyküde de ölüm, yine insanların ölüme karşı takındıkları tutum ve kelimelere dökülmemiş ama ipuçlarıyla  neredeyse apaçık yazılmış bir final var. Murathan Mungan'ın Kadınlığın 21 Hikâyesi adlı kitabında da yer verilmiş olan bu öykü bir kadın kadar ölüm ve sevginin halleri üzerine de bir anlatı. Belki intikam üzerine de... bu konuda emin değilim, okuyanlar fikrini paylaşırsa belki kesin kararımı verebilirim; finalde intikam isteği var mıydı?

4. Bayan Bixby ve Albayın Kürkü
Bu öyküyü de çok beğendim. Herkes farklı şekillerde birbirini o kadar çok kandırıp birbirine sık kazık atıyor ki kimseye üzülemedim. En masumun en kurnaz, en kurnaz olması beklenenin en adil çıktığı, aklımdan yer edecek bir parça. Beğendim!

5. Çeşni
Şarap tadımı üzerinden akan bu öykünün orjinal başlığı "taste" yani tat, lezzet. Neden degüstasyonla da ilgisi olmayan "çeşni" başlığı bu öyküye uygun görülmüş bilmiyorum. Hoş bir öyküydü ama diğerleri kadar çarpıcı gelmedi. Gelişimi fazla tahmin edilebilirdi.

6. Deri
Bana Steinbeck'in İnci adlı novellasını hatırlattı. "Sanatsever" ince hanımların ve kibar beylerin yamyamlıkları da düşündürücüydü. Hırs, iki yüzlülük, fakirlik...
Roald Dahl

Kaynak: newcastke.gov.uk 

7. Dilek
Yazarın çocuklar için kaleme aldığı eserlerin neden bu kadar tutulduğunu açıklar gibi. Bir halının üzerinde yürümek bu kadar heyecanlı olabilir mi? Üstelik küçükken bunu hepimiz yaptığımız halde, buna şaşırılabilir mi?

8. George Porgy
İki yüzlülüğün ve bastırılmışlığın öyküsü. İki yüzlülük her yerde; George Porgy'de, kadınlarda, toplumda...Okurken öyle hissetmesem de bitirince hüzünlü geldi.

 9. Çakırpençe Foxley
Bu hikaye güzel güzel okunuyor ama pek bir yere gitmiyor...derken son paragraf insanda hem bir "ah be!" keşkesi hem de kabulünde zorlandığı bir rahatlama bırakıyor. Geçmişle yüzleşmek, geçmişi hep içimizde taşımak gerçekten de modern insanı kaygılandıran unsurlar. Hele bu öyküdeki kahraman gibi belki de geçmişiniz yüzünden huzuru rutinlerde ve tekrarlarda buluyorsanız, en ufak bir değişim en büyük acılarınızı önünüze serebilir.

10. Dev Otomatik Gramatizör
En sevdiklerimden biri de bu oldu. Bu günden onlarca yıl önce, bir yazarın edebiyatın seri üretime bağlanmasını, yayıncıların dar görüşlülüğünü, basma kalıplığı böyle taşlaması nefis. Öyküde yine hırs, açgözlülük, kandırma ve ikiyüzlülük var. Zevkle okurken hikayenin sonunu tahmin etmeye çalıştım; başaramadım. Oysa okuyucuyu da işin içine çeken çok kolay ama güzel bir sonu varmış.

Kitapla ilgili tek şikayetim sonsuz sayıdaki bariz imlâ hataları (herkez, birşey vb.) ve olanca itinamla okumama rağmen dağılma eğilimine girmiş olan kötü cildi. 


Ayrıca yazar gördüğüm en eğlenceli sitelerden birine sahip: http://www.roalddahl.com/

Not: Bu yaz bu kitabı D&R'lardan 5 tl'ye alabilirsiniz.

5 Temmuz 2012 Perşembe

Geçmişe ve İçe Yolculuk

İnsanoğlunun benliği, geçmişi ve mekânlar arasındaki bağ o kadar güçlü ki beni şaşırtıyor; zira bu bağı bir yeri gezip görmeyi, fotoğraf çektirip alışveriş yapmaya adanmış turistik etkinliklere sıkıştırdığımızdan beri fark edemiyoruz. Şimdi size bir yerden diğerine yapılan yolculuğun sadece meridyenler arasında değil, aynı sırada zamanın içinde geriye doğru ve yolcuların kendi içlerine doğru gerçekleştiği iki kitaptan bahsedeceğim. Yolcuların (yazarların) gezdikleri yer ile kendilerini tanımlayışları (Türkiyeli, Jön Türk) arasındaki sıkı bağ, geçmişim bugünün fikirlerine yaptığı müthiş etki bakalım sizi de heyecanlandıracak mı.


Ermenistan'da Bir Türkiyeli - Bercuhi Berberyan



Almancılar için bir laf vardır burada alamancı orada yabancı diye. Çift vatanlı olması gerekirken hiç vatanlı kalma hali... Berberyan'ın kitabının önsözündeki ilk cümleleri bana aynı durumu hatırlattı: "Vatan bildiğim yerde vatandaş sayılmıyorum. Vatanım sanılan yeri vatanım sayamıyorum." Çünkü o yedi göbekten bir İstanbullu ve aynı zamanda Ermeni. Bu kitap da onun bir Türkiyeli olarak arkadaşlarıyla Erivan'a yaptığı on günlük gezinin öyküsü. Yazar  kitabın bir gezi kitabı değil, bir duygu kitabı olduğunu özellikle belirtmiş. Pek haksız da sayılmaz. Gezdiği gördüğü yerler kadar Ermenistan'da hem yabancı hem yerli olmanın yaşattığı duygu yoğunluğunu da aktarmış.

Bilemiyorum duygusal bir insan olmak mı, yaşlılık mı, kabul edilmek istenmeyen bir memleket sevgisi mi, bilakis ilk kez yabancı bir memlekette değişik şeyler görmenin coşkunluğu mu; ama bir şey Berberyan'ı sürekli ağlatmış, duygulandırmış. İşin ilginç yanı anlattıklarında ilgimi çeken bir husus olmamasına rağmen (örneğin kiliseler... Vatikan dahil onlarcasını gördüm, yeter!) ben dahi ağlamasam da o atmosferin içine girdim. Çünkü Berberyan'ın konuşur gibi yazması, o kısa ve net cümleleri, içten ve duyarlı tavrı okuyucuyu sarıp sarmalıyor.

Hüznün değil ama neşenin hakim olduğu bölümlerden biri olan "Mide Fesadı" bunun en güzel örneği. O misafirperverliğin çatlatan gücünü, yemeklerin çeşidini ve bolluğunu, misafirin ezikliğini ve çaresizliğini öyle anlatmış ki... benim karnıma ağrılar girdi, gözüm doydu, şekerim çıktı. Kitabın en beğendiğim bölümü de bu  oldu. 

Elbette pür merakla ve dikkatle okuduğum bölüm "Soykırım Anıtı" idi. Bu bölümde Türkiye'de bir Ermeni'nin üstünde yürüdüğü ince çizginin aksini gördüm. Berberyan soykırım kelimesini başlıkta kullanmış sonra da bunu anıtın adının böyle olmasına bağlamış. İkinci bir kez de o kelimeyi kullanmamış. Öte yandan "O müzede ise neler yok ki... Her yandan, yok sayılan, üstü örtülen, bilinmezden gelinen yaşanmışlıkların çarpıcı kanıtları. İnanmak istemese de gönül, gözün gördüğünü kabul etmez de ne yapar?" demiş. İlerleyen satırlarda da "Ben sevgide yanayım...daima. Sevgi çözümdür. Geçmişin güne, günün geleceğe bağlanması kaçınılmaz... ama ne geçmişe, ne de güne takılıp kalınmaz." diye belirtmiş. Yani ne Türkiye'yi ne Ermenistan'ı memnun etmeyecek bir çizgi. 

Bunların dışında kitapta yok yok; insanlar, yemekler, Karabağ Şehitliği, çeşit çeşit kiliseler, müzikler, Vernisaj (açık hava pazarı), yerel âdetler, efsaneler, Garni (antik şehir), doğa, Ambert (kale-kent)... Ana fikir olaraksa tek bir şey: O kadar da birbirimize benziyoruz ki...sevgi çözümdür.

Okurken beni düşündüren kavramlardan biri de tarafsızlık oldu. Yazar sık sık tarafsız olduğundan bahsetmiş. Bu iyi niyetli çabayı iki taraf arasında kalmış olmanın verdiği zorlukla başa çıkma mücadelesine, iki tarafı da bilmenin verdiği güvene veya önyargılara karşı ön almaya bağlayabilirsiniz. Aklıma gelmeyen bambaşka bir saik de bulunabilir. Ama bir duygu kitabında, insanın içine yolculuğunu anlattığı, kültür ve kimlik meselesine dokunan bir yazıda ne derece tarafsız olunabilir ve daha önemlisi tarafsız olmak gerekir mi? Böyle bir konuda tarafsızlık nedir? Ne işe yarar? Düşündüm işte hep bunları :)

Türkiye'nin azınlıklarından bir ses duymayı dileyenlere, Türkiye'ye en yakın ve en yabancı ülkelerden Ermenistan'ı merak edenlere, tatlı ve kendi değimiyle biraz "kıl" bir kadınla hoş bir sohbet etmek isteyenlere önerilir.


Paris'te Bir "Jön Türk" - Barış Çetin

Avrupa'yı az denemeyecek kadar gezme şansım oldu, herhalde büyüklü küçüklü on beş yirmi şehir görmüşümdür. Dostlarımın Paris'i gezmesine, hele bir tanesinin uzun süre Fransa'da kalmasına rağmen ne Paris ne Fransa bende en ufak bir alaka, bir heves uyandırmıştır. Bu direnci, iyi bir arkadaşımın (blogu okuyor musun bu yazıda test edeceğim bakalım!?) yakında Paris'e taşınacak olmasının da verdiği elverişli ortamdan istifadeyle, Barış Çetin'in Paris'te Bir "Jön Türk" adlı kitabı kırdı. Kitabı okurken Paris beni öylesine ilgilendirdi ki gidince yanımda bu kitap da bulunmalı diye düşündüm.

Çetin, Paris'te geçirdiği dört ayı, gezip gördüklerini düşünsel hayatıyla birleştirmiş; siyasi ve felsefi görüşlerinin temellerini atanların izlerini Paris'te sürmüş. Jön Türklerin muhaliflikleri sonucu, gönüllü veya zorla Paris'te yaşamış olmaları, dolayısıyla Paris fikri hayatının Jön Türklerin görüşleri üzerindeki etkisi, yazarın istediği bir gözü çifter çifter vermiş olmalı. 

Kitap üç-dört sayfalık denemelerden ve kitabın sonundaki yazarın çektiği fotoğraflardan oluşuyor. Yazılar Paris'teki bir anıttan, bir sokaktan, bir teamülden, bir saraydan yola çıkıp fikirler, eserler, önemli sanat ve devlet insanları ve tarihi olaylar arasında geziniyor. Birkaç örnek: Osman Hamdi Bey ve Paris Güzel Sanatlar Akademisi, Versay Sarayı ve I. Dünya Savaşı sonrası görüşmeler, Mithat Paşa ve Meryem, Pere Lachaise Mezarlığı ve orada yatan Yılmaz Güney, Bir Hakeim Köprüsü'nde ASALA tarafından şehit edilen İsmail Erez ve Talip Yener, 68 olayları, Bastille ve Fransız Devrimi, ... Burada yazarın genç yaşında edindiği birikimin gücünü görmek mümkün. Anlatım son derece akıcı, keyifli. İnsanı içindeki sayısız konuyu araştırmaya, başka kitaplar okumaya itiyor.

Tabi her şey toz pembe değil. Kitabın editörlüğü zayıf kalmış. İmlâ hatalarının yanında kendi içinde bütünlüğü zayıf olan yazılar ve anlatım bozuklukları da var. Örneğin yazar Lourve Müzesi'nin Çankaya Köşkü'nün yanında esamesi okunmaz derken aslında tam tersini söylemeye çalışmış ama yapamamış. (Zaten mütevazı Çankaya Köşkü'nün böyle bir kıyasa sokulması ne kadar yerinde bilmiyorum :) Bir de bir yazıda çoğu zaman üç-dört kez şiirlerden alıntı yapılmasını yorucu buldum. Alıntılar gediğine oturtulursa bir yazıya çok şey katabilir ama sırf konusu benziyor veya kendi başına dizeler güzel diye yazıya eklendiğinde, hem yazıyı bozuyor hem de şiir dalından koparıldığından kendi anlamını kaybediyor. Üstelik çok fazla alıntı, metnin aralarda sıkışıp kalmasına neden oluyor. 

İkinci dikkatimi çeken nokta da yazarın Türkiye'ye, zamane gençlerine, çağımıza eleştirilerde bulunurken aksi bir ihtiyar gibi tutum takınması, geçmişe nostaljik duygularla torpil geçmesi. Yer yer yazdıkları yaşlı bir amcanın "Şunun saçına başına bak, ataya dedeye saygı kalmadı peehh.." diye söylenmesini hatırlattı bana. Oysa milat öncesinden kalma yazıtlarda bile bir sonraki kuşağın hep öncekilerden yoz ve vasıfsız olduğundan şikayet edilmesine rağmen; devrimler, büyük eserler, teknolojik gelişmeler gerçekleşiyorsa, belki de insanoğlu hep aynı yozluktadır da nostalji eski kuşakları hoş göstermektedir.


Son tahlilde zevkle okudum ve Paris'e gideceklere, yakın tarih ve siyasete ilgi duyanlara, gezi kitapları okumaktan hoşlananlara tavsiye ediyorum.

Ressam Abidin Dino 68 öğrenci olaylarını resme alırken - 13.05.1968
(Kitapta kullanılmış fotoğraflardan biri)
Fotoğraf: Gökşin Sipahioğlu
Kaynak: fotoritim.com

1 Temmuz 2012 Pazar

Hayatın Kurgusu: 3- Günceler

Günceler hep çok merak uyandırır ve çoğu zaman da sır olarak kalır. Ama bazıları sahiplerinin başına gelenler nedeniyle milyonların gözleri önüne serilir. Bahsedeceğim güncelerse ücüzü bir ortak paydada buluşuyorlar: üç genç kız, üç mücadele, üç trajik ve erken ölüm.  

Mavi Saçlı Kız - Burçak Çerezcioğlu

Bu lösemiye yakalanmış bir kızın günlüğü; hastane odalarında çektiği acıların, ailesinin mücadelesinin, yaşıtları gibi olma hevesinin, ilk gençlik çağının heyecanlarını taşıyor. Kitabın adıysa Burçak'ın hastalığının ağırlaştığı bir dönemde bitkin bedenine, ıskaladığı gençliğine inat saçlarını maviye boyamasından geliyor. 

Günlükler belki de okuyucuyla yazar arasında en kişisel bağlardan birinin kurulmasına imkan verenler. Buna ilaveten kitabı okuduğumda ben de Burçak'ın yaşlarındaydım ve sanki onu tanıyormuşum gibi yazdıklarını duygulanarak okumuştum. Belki de bu yüzden kitabı bitirdiğimde ondan da kitaptan da soğumuştum. Onu şımarık ve sorumsuz bulmuş, kendimi ve ailesini haksızlığa uğramış gibi hissetmiştim. Çünkü Burçak iyileşmesinin ardından sağlığına dikkat etmiyor, düzensiz yaşamıyla hastalığın nüksetmesine davetiye çıkarıyordu. 

Ne yazık ki sonraki yıllarda ben büyüdüm ve bu sırada Burçak'ın öyküsüne çok benzer başka hayatları kendi gözlerimle gördüm. Şimdi anlıyorum ki asilik, tasasızlık dediğim ve tepki duyduğum tutum, çok genç yaşta böyle tehlikeli hastalıklarla karşılaşanların tükenişlerinin, artık dayanamayışlarının, hastane odalarında geçen gençliklerine isyan edişlerinin bir yansımasıymış. Garip şekilde gençlikleri, fiziki olarak onlara hayat verip güçlü kılsa da, ruhsal olarak yıpratıp ölüme yaklaştırıyor.

Edebi olarak özel bir değeri bulunmayan bu kitap tüm etki gücünü gencecik bir kızın dramından alıyor. Özellikle ölümcül hastalıklarla mücadele eden gençlerin iç dünyalarını merak edenlere ve anlamak isteyenlere öneriyorum.


Eroin Güncesi - Kanat Güner 

Aslında bu kitap tam bir günce değil. Bazı yerler kurgu, bazı yerler okuyucuya hitaben, bazı yerlerse tarih atılarak bir günlük sayfası şeklinde yazılmış. Kitapta yazılanlar o kadar sahici ve kitabın yayınlanmasından yaklaşık bir sene sonra yazarın televizyonlara haber olan ölümü o kadar genç ve trajik ki, bu kitabı yazıya almadan edemedim.


Yeraltı klasiklerinden olmuş bir kitap bu. Çapa Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisi ve eroinman Kanat Güner'in bağımlılığı, hayatı, ölüme ve çevresine bakışı anlatılıyor kitapta; yazara göre bu kitap son bir iletişim  kurma denemesi.


Güner, çarpıcı şekilde ve son derece akıcı bir kalemle hayatına dair hemen her şeyi anlatıyor. Bütün bu anlattıklarının içine sinmiş bir anlaşılmama, yalnızlık, tepki ve cesaret var. Bunlardan da öte beni m ilgimi çeken yazarın üstü kapalı çelişkileri oldu. Bir noktada "...aptal olmadığım için eroinman olduğumun farkındayım..." derken yazdıklarının bir uyarı olduğunu vurgulaması; eroinin kendisine bazı insanlardan çok daha az zarar vermiş olduğundan bahsederken onu bırakmak için sayısız deneme yapması; onu bağımlılığı nedeniyle anlamak istemeyen ve aşağılayanları eleştirirken kendisinin de "koyun" olmakla itham edip aptal diyerek "normal"leri aşağılaması... 

Kaynak: kanatguner.com
Yer yer gençler için özendirici olabilecek ifadeler içerdiğinden bu kitabı 16 yaş altına öneremiyorum. Ben kitabı 20 yaşımda okumuştum; belki ortaokul yıllarımda Christiane F.'nin Eroin kitabını iki kere okuduğumdan, belki hiçbir zaman "farklı"lığa özenmediğimden veya o zamanlar artık ergenliğimin son demlerini yaşadığımdan, kitap beni birçok okuyucusunu ağlattığı kadar ağlatıp dağıtmadı. Öte yandan yine bir bağımlılığın psikolojisine herhangi bir tıbbi veya psikiyatrik kitap kadar (belki bazen daha fazla) ışık tutabilecek bu kitabı konunun meraklılarına ve sahici bir şeyler okumak isteyenlere öneriyorum.

Anne Frank'in Hatıra Defteri - Anne Frank

Hollanda'da yaşayan küçük Yahudi kızı Anne'in günlüğü herhalde dünyanın en meşhur günlüğüdür. Önce ergenliğin başındaki bir kızın sıradan küçük dünyasından yansımalarla başlar; elbiseler, erkekler, günlük olaylar, anne-baba... Hatta bazen insana garip ve manasız gelir yazılanlar. Eğer siz de o yaşlarda günlük tutmuşsanız ve onu şimdi okusanız ne derece garip ve manasız gelecekse, o derece işte. Çünkü bunlar gerçekten sıradan bir kızın sırf kendisi için yazdığı notlar. 


Onun hayatında sıradışı olan şey günlüğünün ilk bölümlerinde ikinci planda kalan II. Dünya Savaşı'dır. Aile, 1942 yazında şirket ofislerinin arkasındaki bir yapının çatı katında kendilerinden başka dört kişiyle birlikte (toplam sekiz kişi) saklanmak zorunda kalınca Anne'in de gündemi savaşa doğru kayar. Hollanda'nın sürgündeki Kültür ve Bilim Bakanı, Radyo Oranje'daki konuşmasında halkın çektiği acıları belgeleyen her tür evraka, örneğin günlüklere, savaştan sonra yayınlanması ve araştırmalarda kullanılması amacıyla sahip çıkması isteğinde bulunur. Bu noktadan sonra Anne de günlüğünü yayınlamaya karar verir; savaşa ve acılara ilişkin detayları daha yoğun şekilde kaydetmeye başlar. 


İki yıl boyunca gizli odada dostlarının yardımıyla saklanırlar. Yok olmamak için yokmuş gibi yaparak, evden dışarı çıkmayarak, geceleri ışık yakmayarak, sifonu çekmeyerek hatta bir noktadan sonra pencereleri dahi açmayarak... Fakat sanki savaş hemen yarın bitebilirmiş gibi gayretli; ders çalışarak, özel günleri hatırlayarak...ta ki isimsiz bir ihbar SS'lere Frank ailesinin saklandığı yeri ihbar edinceye kadar...


10 Ekim 1942, Anne Frank'in günlüğünden alıntı:
“Bu benim her zaman görünmek istediğim gibi bir fotoğraf.
Belki böylece hala Hollywood'a gitme şansım olur.
Ama şimdi korkarım çok farklı görünüyorum”.
Amsterdam, Hollanda. Anne Frank
kaynak: ushmm.org
Anne günlüğünün ilk sayfalarından birine şöyle yazmıştır: İleride ben de dahil hiç kimse on üç yaşında bir kızın içinden geçenlerle ilgilenmeyecekmiş gibi geliyor. Oysa ailenin savaştan tek sağ çıkabilen üyesi baba Otto Frank, günlükleri derleyerek basılmasına izin verdikten sonra kitap 65'ten fazla dile çevrilmiş, 30 milyondan fazla kişi tarafından okunmuş, sinema ve tiyatroya uyarlanmış. 15 yaşında 1945 yılında bulunduğu toplama kampı kurtarılmasından kısa süre önce tifüsten ölen Anne, günlükleriyle isteğini gerçekleştirmiş hatta hayal ettiğinden de fazlasını başarmış.


Frank ailesi ve arkadaşlarının saklandığı Amsterdam'daki ev bugün müzeye dönüştürülmüştür. Müze ve kitap hakkında www.annefrank.org adresinde detaylı bilgi bulmak mümkün.


Bkz: Hayatın Kurgusu: 1- Otobiyografiler
        Hayatın Kurgusu: 2- Biyografiler