26 Haziran 2012 Salı

Kitap İçinde Kitap

Hiç rüyanızda rüya gördüğünüzü veya uyuduğunuzu gördünüz mü? Garip değil mi? Buradaki gerçeklik ve gariplik halini okuduğum romanın kahramanının bir kitap okuduğu hallerde de yaşıyorum. Hele de romanda geçen kitap adıyla yazarıyla bizim dünyamıza aitse hemen sahicilik köprüleri kuruluveriyor.

Kahramanına kitap okutan romanlar iki açıdan hoşuma gidiyor. Birincisi ben de okumayı seviyorum (görüldüğü üzere!) ve kahramanla romanın sınırlarını aşan bir iletişim kurabiliyorum. İkincisi yazarın hem bir kitap sever hem de sanatçı egosuna sahip olduğunu düşünerek bu iki gücün çarpışmasından galip çıkıp roman kahramanının ellerinde beliren kitapları merak ediyorum, öğrenmek hoşuma gidiyor.

Siz de kitapları seven kitaplardan hoşlanıyorsanız buyurun...

Çatıkatı Âşıkları - Şükran Yiğit

Süreyya Hanım 70 metrekarelik çatıkatında kendine bir dünya kurmuş, eski tip bir kırtasiye dükkânı işleten, kitaplarla yaşayan  altmış iki yaşında kadındır. Arnavutköy'deki apartmanının karşısındaki binanın çatıkatında da iki dairesi vardır. Bunları güneyli bayan ve niteliksiz adama kiraya verir. Aslında onları kiracı değil kendine arkadaş seçmiştir. Tam da onlar taşınırken Süreyya Hanımın dükkanına bir mektup gelir... Geçmişin gölgeleri arasında işin içinden çıkmaya çalışan üçlünün öyküsü akıp gider.

Bu kitapta hem Süreyya Hanım hem de "niteliksiz adam" Mercan okumayı ciddi uğraş edinmişlerdir. Roman boyunca şu kitaplardan bahsederler:
* Niteliksiz Adam - Robert Musil
* Günlerin Köpüğü - Boris Vian
* Hüzünlü Kahvenin Türküsü - Carson McCullers
* Kayayı Delen İncir - Turgut Uyar
Anita Meierwisch'in Blomberg'de Kar Yağıyor ve Calm Rice'ın Aşk Şiirleri diye iki kitap daha geçiyor ama araştırmalarımda bu kitapların gerçekliğine dair bir bulguya rastlamadım. 

Yiğit bu kitabı "bu dünyada kendileri için mümkün olmasına rağmen, ne pahasına olursa olsun kazanmaya oynamayan iyi insanların varlığını hissetmek ve hatırlatmak için" ve "üç iyi insanın daracık da olsa hayata çıkan bir yolda buluşabildiklerini umut etmek" için yazmış. Romanın sade ve sıcak atmosferi benim de hoşuma gitti, kitaptaki herkesin birer terk ediliş/terk ediş öyküsünün olması ve yeri geldiğinde bunların açığa çıkması da güzeldi. Öte yandan hikâyede genel olarak böyle bir iyilik romanı için fazla tedirgin ediciydi,  kurguda da yer yer boşluklar vardı. Bir de sonu gelmez imlâ hataları okuma zevkini bir hayli bozdu.

Firmin: Hümanist Entel Serseri - Sam Savage

Boston'da bir kitapçının deposunda on üç kardeşinin en küçüğü olarak dünyaya geliyor Firmin. Anne sütü için kardeşleriyle mücadele edemeyecek kadar zayıf olduğundan etraftaki kitapları kemirmeye başlar. Sonra tadı bu kadar güzelse okumak harikadır kim bilir diyerek okumayı, düşünmeyi, hissetmeyi öğreniyor. Firmin kitapları ve kitap dükkânındaki hayatı tanımasıyla insanların dünyasına da bir adım atıyor. Her gün biraz daha bilgin, biraz daha duygun, biraz daha olgun olan faremiz birçok doğuştan insanın olamadığı kadar insanlaşıyor. Pembroke Kitapları'nın sahibi Norman Shine'la tek taraflı ilişkisi, kitapçının bulunduğu Scollay Meydan'ın belediyece yıkılışı, bohem yazar Jerry Magoon ile yaşadığı dönem, Rialto Tiyatrosu, "sıradan, cahil yiyecek" bulma maceraları boyunca kitap mizahi ve doğal anlatımının altında giderek artan bir melankoli taşıyor.

Savage'ın kitabı Kirkus Review tarafından "Kitapseverler için muhteşem bir hazine" olarak tanımlanmış. Gerçekten de kitap, kitaplar, yazarlar, alıntılar ve kitap sevgisiyle dolu. Sadece edebiyata değil her türlü ciltli neşriyata sonsuz çekim hisseden Firmin en sonunda kendi hikayesini anlatırken de ilk paragrafta üç yazarın (Nabokov, Tolstoy, Ford Madox Ford) üç ünlü kitabının (Lolita, Anna Karenina, İyi Asker) açılış cümelerini alıntılıyor. Kitabın geri kalanında da sayısız kitaptan bahsediliyor. En önemlilerini seçmek çok zor çünkü Firmin hepsine aşık. Yine de Firmin'den bir alıntıyla gözdelerini sıralayabilirim:
"O ilk baş döndürücü günlerde ne kitaplar keşfettim bir bilseniz! Bugün bile o kitapların isimlerini söylemek gözlerimi yaşartır. Söyleyin o zaman, yavaşça, ve bırakın erisin kalbiniz. Oliver Twist. Huckleberry Finn. Muhteşem Gatsby. Ölü Ruhlar. Middlemarch. Alice Harikalar Diyarında. Babalar ve Oğulları. Gazap Üzümleri. Tenin Yolu. Amerikan Trajedisi. Peter Pan. Kırmızı ve Siyah. Lady Chatterley'in Sevgilisi."
Kitapları sevenlerin ve birazcık fanteziden rahatsız olmayacakların bu kitaptan da zevk alacağını, sonunda kendilerine uzunca bir okuma listesi çıkaracaklarını düşünüyorum.

Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın - Selim İleri

Bir nehir roman denemesi. Geçmiş, Bir Daha Geri Gelmeyecek Zamanlar serisinin ilk kitabı. Hani edebiyat derslerinde olay öyküsü-durum öyküsü diye bir şey anlatmışlardı ya bize... eğer romanları da böyle sınıflayabilsem bu kitabı da durum romanı başlığının altına yazardım. Çok kişisel bir eser. Selim İleri eskiye dair sevdiklerini, hissettiklerini, düşüncelerini, hatıralarını işte içinden ne geçmişse hepsini biraz hayal gücüyle karıştırıp yazmış. 1890 ila 1930 arasında bir zamanda, onunla birlikte biz de bir kurabiye kutusundan bir kitapçının vitrinine, anneannesinin mutfağından dönemin moda dergilerindeki illüstrasyonlara savrulup duruyoruz.

Elbette bir yazar kitap sever, böyle olunca kitaplar ve yazarlar uzun uzun anlatılmış.
* Refik Halit Karay - Türk Prensesi Nilgün (üçleme)
* Reşat Nuri Güntekin - Damga
* Samipaşazade Sezai - Sergüzeşt
* M. Turhan Tan - Safiye Sultan
Kitabın dördüncü bölümü "Türk Prensesi", Türk Prensesi Nülgün üçlemesine ayrılmış; üçleme, onun anlatıcıdaki etkisi ve tüm çağrıştırdıkları detaylıca anlatılmış. Kitapta ayrıca Ahmet Haşim, Yakup Kadri, Halid Ziya, Abdülhak Hamit gibi birçok edebiyatçı hayallerle yeniden canlandırılmış.

İnsan böyle bir yazarın ödül almış kitabına bunu derken çok zorlanıyor ama ne yapayım okurken çok ama çok zorlandım. Kitapta takip edilecek bir karakter veya olay olmamasının yanında, ve bundan ziyade sıfatların, çağrışımların, uzun cümlelerin arasında kaybolup gitmiş birbiriyle ilgisiz gibi görünen bölümler beni çok yordu. Ancak yazarının tam olarak anlayabileceği çok kişisel bir açıdan yazılması kitapla arama kalın duvarlar çekti. İleri'nin dil güzelliği tartışılmaz; hangi kitaptan yeni kelimeler öğrendiniz en son? Fakat üslupçuluk kişisellikle birleşince bana ağır geldi. Kitabı ara vererek azar azar okudum ve bu şekilde daha kolay hazmedebildiğimi gördüm. Kitabı Selim İleri severlere şiddetle tavsiye etmekle birlikte yavaş yavaş okunmasını, İleri ile tanışma kitabı olarak da başka bir eserinin tercih edilmesini öneriyorum.

Şurada kitap hakkında daha fazla detay bulabilirsiniz: Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın - Selim İleri

19 Haziran 2012 Salı

Kahperengi'nden toNlar

Hiç aklımda yokken 'Madem %40 indirim var bir bakalım bakalım bu kadar konuşulan kitap nasıl bir şeymiş' dedim. Pazarlama stratejilerine yenildim kısaca, bu sefer onlar kazandı. Beklentim çok yüksek değildi yine de kitap beklentimin epey üstünde çıktı. Hiç ama hiç fena değildi. Şimdi önce başlıktaki basit kelime oyunumla ısıttığım havayı izleyen paragrafta kitabın olumlu yönleriyle yelleyeceğim. Sonra kitabı olumsuzluklarıyla baya hırpalayacağım. Bunları yaparken de bol "spoiler" vereceğim, dikkat!

Açık Tonlar

Beklediğimden güzel çıktı demiştim. Öncelikle sadece kadın okuyuculara hitap edecek olsa da ilginç bir konusu var. Fakirlik ve sevgisizlik içinde küçük bir kasabada (Yaslıhan) yetişen Narin, İstanbul'da hukuk okuyup bu sefil hayattan yırtıyor ama ilk gençlik aşkının (Fırat) aniden karşısına çıkmasıyla geçmişiyle istemediği bağlar kuruyor. Görüleceği üzere aşk meşk kısımları değil ama kasaba hayatı ve geçmişiyle yüzleşme temaları çarpıcı. 

Anlatımdan memnun kaldım. Kitap kısa bölümler halinde yazılmış. Her bölüm pembe diziler gibi hep en heyecanlı yerde bitiyor. Hızlı hızlı diğer sayfaları okumaya devam ediyosunuz. Bu, yazarın sade ve akıcı diliyle birleşince bir-iki günde okuyup bitirebileceğiniz bir kitap ortaya çıkmış. Zaman zaman yazarın romandaki olaylar üzerinden aktardığı hayata, duygulara ve insanlara dair tespit ve düşüncelerini beğendim. Bu paragraflar kitabı basit bir aşk-ihanet-dostluk hikayesi olmaktan kurtarmış.


Kurgunun özellikle Yaslıhan ayağının matematiği çok iyi, olayların birbirine zorlama tesadüflere, masalsı iyiliklere yer bırakmadan birbirine bağlanması etkileyici. (Aynı şey İstanbul sahneleri için geçerli değil.) Kasaba ve kent hayatının aynı aynada (Narin) farklı yansımaları da hoşuma gitti.

Koyu Tonlar

Ammaaa... Karakterler çok canlı olsa da yapılandırılışlarında beni rahatsız eden unsurlar oldu. Birincisi her roman kişisi güzel veya çirkin kategorisine sokulmuştu. Güzeller: Narin, Deniz, Irmak, Ümmühan, Recep, Şadiye, Fırat.  Çirkinler: Mehmet, Hatice, Erdoğan, yaşlı terzi. ("Güzel" sayısının bu denli çok olması da normal değil ya neyse. ) Bire bir "güzel" ve "çirkin" kelimeleriyle etiketlenen kahramanların hareketlerinde bazen tek motif bu oluyordu. Mesela Recep, Hatice'den çirkin olduğu için nefret ediyor, Hatice de sokakta kalırım veya çocuklarıma bakamam diye değil ama Recep yakışıklı olduğu için onun öfkesine ve işkencesine ses çıkarmıyordu. Narin, bütün kitap boyunca Fırat'ın "kahperengi" gözlerinden ve yakışıklılığından başka bir şeyinden (zenginliğinden, kariyerinden, kültüründen vs.) etkilenmiyor, Fırat da Narin'in sarı saçlarına ve mavi gözlerine kapılıp ODTÜ'de ve Ankara'da kıza kıran girmiş gibi on günde bir yıkanan, abisinin beşinci elden eskilerini giyen, reşit olmayan Narin'i köy yerinde annesinin evine atmaya çalışıyor.

Karakterlerle ilgili bir diğer ve benim için daha önemli aksama da çoğu özelliklerinin okuyucuyu yönlendirmek amacıyla yazılmış olması. Misâl, Narin'in ailesindeki herkes ama herkes o kadar su katılmamış kötü ve ahlaksız ki onları silip atmasında Narin'i vicdansız göremiyoruz. Irmak da o kadar sevimsiz (neden sevimsiz o pek belli değil) bir tip ki Irmak'ın sevgilisi Fırat ve Narin birlikte olup Irmak'ı aldatınca Irmak'a üzülmüyoruz. Deniz o kadar harika ve hayat dolu ki, kız kardeşine Narin için defalarca haksızlık yaparken onu kötü abla olarak göremiyoruz. 

Kurgu da özellikle Yaslıhan bölümlerini çok beğendim. Olaylar genel olarak sürükleyiciydi zaten. Yalnız İstanbul sahneleri en başından beri yeterince canlı ve doğal bulmadım. Özellikle Fırat ve Narin arasındaki diyaloglar on cümle içinden aşktan nefrete ve geri aşka savrulurken ben buna ayak uyduramadım. 


Daha kötüsü kurgu hatalarının olmasıydı. Kitabın başında Deniz'in araba kullanırken kaza yapıp arabadaki anne ve babasının ölümüne yol açtığı yazıyor yüz sayfa sonra arabayı babasının kullandığı ve Deniz'in babasını kızdırarak kazaya neden olduğu anlatılıyor. Üstelik bu olay Deniz karakteri ve Narin'le ilişkisi için kilit nokta. Başka bir yerde de Erdoğan önce "çelimsiz" sonra "güçlü kuvvetli" olarak tasvir ediliyor. Narin'in İstanbul'da iş bulma macerası yoldan geçerken bir dükkana girip "İş var mı" demesi üzerine dükkân sahibinin "Benim ihtiyacım yok ama sen şuraya git benim gönderdiğimi söyle" (tanımadığı, yoldan geçen kızı neden kendi adıyla arkadaşına göndersin?) demesiyle tatlı sona bağlanıyor. Fırat önce Narin'i yıllar sonra gördüğünde ancak o zaman aşık olduğunu anladığını söylüyor sonra 'ben seni hep çok sevdim, aklımdan çıkmadın'a bağlıyor. Ayrıca yazar Moskof Recebin yakışıklılığı kadar, habire tekrar edilen "moskof" lakabının nereden geldiğini de söylese çok iyi olurdu ya da kitap boyunca sadece birkaç kere okulda başarılı olduğu söylenen Narin'in nasıl hırsla ders çalıştığı, nasıl üniversite sınavını kazandığı, okumakla ilgili ne düşündüğü üzerine iki kelâm edilse eksik parçalar tamamlanırdı.

Finali de kitabın finaliyle yapmak istiyorum: Mutlu son yazma sevdasına kurban gitmiş biraz zorlama ve kitabın genelini karşılamayan bir son gibi geldi. Özellikle kitabın tanıtımında bahsedilen güçlü dostluk bağlarından anlaşılan, en yakın arkadaşımız kız kardeşimizin nişanlısıyla yatsa bile, arkadaşımızı kayırıp kardeşimizin sokak ortasında rezil rüsva olmasını desteklemek mi? Vallahi final böyle bir şeye çıkıyor. Kendinize "Niye böyle oldu ki, buna ne gerek vardı?" diyip duruyorsunuz. Benim favori finalim Narin'in de babası gibi en yakın arkadaşına kazık atıp Fırat'la Ankara'ya kaçması ve bir kez daha yeni bir hayat kurma mücadelesine girişmesi olurdu :)


Kısacası, çabuk okuyup iyi zaman geçirmek için birebir. Kimi yerler çok etkileyici ve doyurucu. Öte yandan benim gibi yazarın yönlendirmelerine direnirseniz sonunda kendinizi "ama...ama..." derken bulabilirsiniz.

15 Haziran 2012 Cuma

David Harvey: Bir Konferans, Bir Kitap


David Harvey bir coğrafyacı. Ama ne coğrafyacı! Aynı zamanda sosyal kuramcı, siyasal iktisatçı (ben buradan yakalıyorum onu), antropolog, aktivist ve Marksist... Dünyanın en çok atıf alan yirmi akademisyeninden biri, coğrafya akademisyenleri arasında ise birinci. Bir profesör değil bir "distinguished" (seçkin) profesör. Modern coğrafyayı bir disiplin olarak olgunlaştıran, Marksizme ve sınıfsal analize yeniden işlerlik kazandıran adam.

Onun bu kadar önemli ve başarılı olmasında ben marifeti genel çerçeveler çizebilmesinde,  içinde debelendiğimiz çağı bir bütün olarak açıklayan modeller şekillendirmesinde buluyorum. Bunun sırrı da bence sınır tanımayan disiplinler arası yaklaşımında.

13 Haziran 2012 tarihinde Profesör Harvey ODTÜ'de bir konferans verdi. Konusu The Crisis of Capitalism and Urban Struggle (Kapitalizmin Krizi ve Kentsel Mücadele) idi. Bu başlık bile bir kez daha siyasal iktisat, mimari ve beşeri coğrafyanın buluştuğunu haber ediyordu. Konuşmasına Marx'ın Kapital'inin ikinci cildinin en sıkıcı ama kendisinin en sevdiği kitap olduğunu söyleyerek başladı. Kitapta anlatılan artı değer, ekstra talep ihtiyacı, talep ile arz arasındaki zaman boşluğunu ve böylece - ve kısaca - bu zaman açıklığının borçla kapatıldığını yani kapitalizmin borçlanmak demek olduğunu anlattı. 


Sonra da ekstra talebin herkesi ev sahibi yapmakla nasıl karşılanabildiğini ama bunun da elbette borçlanmak demek olduğunu, kapitalist büyümenin devam edebilmesi için borçlanılarak nasıl büyük inşaat projelerine girişildiğini, bu tarz bir şehirleşmenin insanların değil kapitalizmin ihtiyaçlarına uydurulduğunu söyledi. İşin ilginç yanı ana akım literatür bu hızlı şehirleşme ataklarının, büyük konut ve inşaat projelerinin kapitalizmin "büyüme" ve "borçlanma" ihtiyaçlarına cevap olarak hayat bulduğunu söylememiş ve onun gibi derinlemesine incelememişti.

Harvey, kapitalizmin krizlerinden "inşaat" yoluyla nasıl çıkılmaya çalışıldığını örneklerle anlattı. Emlak kredilerinin kapitalizmin borçlanma ihtiyacına nasıl cevap verdiğini, yeni şehirler inşaa edilirken kamu alanlarında yürümek dışında hemen her şeyin nasıl yasak olduğunu, nasıl da idarecilerin boyunduruğunda yaşandığını örnekledi. Üstelik borçlanma çift taraflı bir bıçak: Hem kapitalizmi besliyor hem de insanların sorun çıkarmasını engelliyor. Ne de olsa "Home and debt owners do not strike" (Ev ve borç sahipleri grev yapmaz).

Bütün bunlar neden taksitli (borçlanarak) alışverişin bankalarca bu denli teşvik edildiğini, neden televizyonlarda  görülmedik şekilde "yaşam alanları", "emlak projeleri" reklamları yapıldığını, neden aniden Kanal İstanbul gibi bir projenin ortaya atıldığını, neden Ankara'nın her tarafının ihtiyaç olmamasına (benim değil kapitalizmin ihtiyacı var tabi) rağmen AVM'lerle doldurulduğunu ve sonra işler haliyle kesat gidince Türkçe bir adı bile olmayan ucube "Shopping Fest"lerin düzenlendiğini açıklamıyor mu?

*   *   *

Bu Harvey'in benim ilk aklımın kanallarını açışı değil. Birkaç yıl önce akademik amaçlarla neoliberalizm nedir diye çılgınlar gibi araştırma yaparken ve herkesin ağzında sakız olan neoliberalizmin hiç kimse tarafından adam gibi tanımlanmadığını/tanımlanamadığını hayretle görmüştüm. Gücünü biraz da bilinmezliğinden alan, güçlendikçe de sorgulanmaya karşı zırhını kalınlaştıran neoliberalizmi sobeleyen kitap David Harvey'in A Brief History of Neoliberalism (Neoliberalizmin Kısa Bir Tarihi) adlı kitabıydı. 

Harvey kitabında neoliberalismin felsefi temellerinden başlayarak nasıl sokağımıza kadar indiğini anlatıyor. En çarpıcı kısımlardan biri neoliberalizmin kendini siyasi bir tercih değil de "doğal, olması gereken, işin siyasal değil teknik gerçeği" olarak sunması ve yavaşça bir "rıza" yapısı oluşturması. Neoliberal politikaların krizlerinde neoliberalizmin kendini "Ama benim suçum değil, yeterice neoliberal değildiniz ondan oldu" diyip temize çıkarması, "Peki bunun sonu nerede, neresi son durak?" sorusuna kulaklarını tıkaması, rızayla var olmayan bir kusursuz neoliberal liman arayışında sürüklenip gidilmesi ise sinir bozucu.

Son derece keskin ve yetkin fikirleri gayet anlaşılır şekilde 250 sayfaya sığdıran bu minik kitabın Türkçeye çevrilmemiş olması üzücü. Lütfen bir yayımcı bu kitabı çevirsin. Ben okudum ama yetmez bu cenderede yaşayan veya isyan eden veya anlamaya çalışan veya neyle yaşadığının bile farkında olmayan herkes okusun. 

Ben şimdi davidharvey.org adresli siteden aklımı beslemeye devam ediyorum.

Not: Konferansın düzenlenmesinde emeği geçen herkese; Sel Yayıncılık'a, Metis Yayınları'na ve ODTÜ Mimarlık, Araştırma, Tasarım, Planlama ve Uygulama Merkezi'ne teşekkürler!

"Kapitalizmin ötesine; sorumlu, adil ve insancıl
bir sistemde yaşamamıza izin verecek
yeni bir sosyal düzene doğru bakma zamanı"

11 Haziran 2012 Pazartesi

Paul Auster'ın İlk 5'i


Kaynak: itusozluk.com
Paul Auster bu yıl hem ilk kez Türkiye'de yayımlanan Kış Günlüğü ile hem de tutuklu gazeteci ve yazarlar nedeniyle uyguladığı boykotla gündemden düşmedi. Kitap severlerin, özellikle de çağdaş Amerikan edebiyatına ilgi duyanların gündemindense yıllardır düşmüyor. Romanlarıla New York, Brooklyn ile özdeşleşen Auster, New York Üçlemesi, Brooklyn Çılgınlıkları, Görünmeyen, Duman, Leviathan ve diğer eserleriyle önemli ödüller aldı. Bu klasik olma yolundaki yazarın eserlerinde sık sık işlediği suç, hayatın saçmalığı, tesadüf, başarısızlık, hikaye anlatıcılığı gibi unsurların izini onun en sevdiği romanlarda da sürmek mümkün.
"1. Don Kişot - Miguel Cervantes
Edebiyatın ilk büyük romanı sayılan Don Kişot, orta çağ aşk öykülerine olan tutkusunun, şövalyevari ihtişamı ve onu hiç tanımayan bir hanımın aşkını arama ilhamı verdiği, hayallerinin güdümündeki asil bir adamın komik hikâyesidir. yel değirmenleri ve söylenmelerle dolu gülünesi soytarılıklarıyla ünlü Don Kişot, kahramanlık, hayal ve yazma sanatı üzerine derin fikirler sunar. Yine de kitabın can alıcı yeri aldanmış şövalye ve onun atasözü fışkırtan kahyası Sancho Panza arasındaki ilişkidir. Eğer onların talihsiz maceraları insan çılgınlığını aydınlatıyorsa, bu sade sevgi ile işlenen bir çılgınlıktır, efendisi "ne kadar aptalca şey yaparsa yapsın" Sancho'yu onun yanında tutan sevgi.
2. Savaş ve Barış - Leo Tolstoy
Mark Twain'in bu şaheser hakkında "Dikkatsizce bir tekne yarışı eklemeyi unutmuş" dediği söylenir. Bunun dışında Napolyon'un 1812 Rusya işgali etrafında gelişen bu epik romanda her şey vardır. Tolstoy panoramik savaş sahneleri çizme konusunda olduğu kadar toplumun her katmanından gelen yüzlerce karakterin bireysel duygularını da tarifte ustadır ama bu kitabın bu denli sevilmesine neden Prens Andrey, Natasha ile aşkla mücadele eden ve yaşamının doğru şeklini bulmaya çalışan Pierre'in tasviridir.
3. Moby-Dick - Herman Melville

Bu nefes kesici, denizde geçen saplantı, kibir ve öç destanı; acı verici bir kıssa, saran bir macera veya balina  avı sanayinin yarı bilimsel kaydı olarak okunabilir. Ne olursa olsun, kitap sabırlı bir okuyucuyu çılgın Kaptan Ahab'dan onu sakatlayan ismi var cismi yok beyaz balinaya, şeferli pagan Queequeg'den bizim kavrayışlı anlatıcımız ve vekilimiz Ishmael'e ve azimli gemi Pequod'a kadar kurgunun en hatırlanası karakterleriyle ödüllendirir.

4. Suç ve Ceza - Fyodor Dostoevski 

St Petersburg'un Zirve sıcağında, bir zamanların üniversite öğrencisi Raskolnikov edebiyatın en meşhur kurgu suçunu işler; bir tefeciyi ve kız kardeşini baltayla döver. Bunu Raskolnikov ile anti-kahramanımızı bir çeşit günahlarından arınmaya doğru iten kurnaz dedektif arasında geçen psikolojik bir satranç maçı izler. Sınırsızca felsefi ve ruhsal olan Suç ve Ceza, "büyük adamlar"ın kendi ahlak kurallarını yazma ehliyetleri olup olmadığını sorarken; özgürlük ve gücü, acı çekmeyi ve deliliği, hastalığı ve kaderi, modern şehir dünyasının ruh üzerindeki baskısını ele alır.

5. Kayıp Zamanın İzinde - Marcel Proust

Tüm mesele zamandır. Evet, gerçekten. Bu yedi ciltlik, üç bin sayfalık çalışma yüzeysel olarak güzel dönemdeki* (belle époque) Fransız toplumunun (genelde üst sınıfının) dokunaklı bir eleştirisidir. Hem yazar hem de "Marcel" olarak birinci romanı ağızdan anlatana ufalanan bir şekerli kurabiye çocukluk hatıralarını çağrıştırır ve Proust bazıları Einstein tarafından da yöneltilen yakın geçmişin ve çağımızın milletleri hakkında sorular sorar. Biz düzinelerce karakterin yıllar boyunca ilişkilerini, şakalarını, ihanetlerini izlerken, zaman otobandır hafıza da sürücü."


* Sanayi devriminin etkisiyle yaşanan ekonomik büyümenin sonucu Fransa'da 1880-1914 yılları arasında orta sınıfta yaşanan havailik ve rahatlık dönemi.


Sunum & çeviri: BA                       Kaynak: toptenbooks.net



4 Haziran 2012 Pazartesi

Kara İstanbul

Propris, kitap boyunca batılı yaşamı, onun parçası olan turist
 kavramını (hatta turistlerin fotoğraf merakını) o kadar çok alaya alıyor ki 
bu kitabı bir gezi sırasında almam ve böyle "turistik fotoğraf"ını çekmem çok ironik.

Bir uyuşturucu kuryesi bir turist kafilesinin arasına karışarak İstanbul'a gelir. Çeşitli aksilikler takası hem geciktirir hem de zorlaştırır. Bu olay örgüsü ilk anda sıradan bir suç ve polisiye romanı görüntüsü verebilir. Fakat bu yolculuk Franco'nun eleştirel, dikkatli, kara mizaha yatkın kişiliğiyle farklı bir boyut kazanıyor. Kurgu, bir suçun işlenişine adım adım yaklaşırken bir yandan da İtalya ve Türkiye, batı ve doğu, önyargılar ve keşifleri karşı karşıya getiriyor.

Kurgu okurken cümlelerin altını çizmek adetim değil. Öykü olsun roman olsun beni metnin tümü etkiler. Fakat bu kitap basit bir polisiyenin kalıbına sığmayan, "çağdaş" yaşamı eleştiren ve doğu ile batıyı karşılaştırarak ikisini de daha iyi anlamaya çalışan cümleleriyle beni etkiledi. Hemen alıntılıyorum:

"Turist yerel renk arıyordu.... Yerel renk diye bir şey yoktur. Yerel renk bir yalandır, sadece fakirlik vardır."

"Banyo bataryası: Dünya üzerinde insan olmayan canlılar arasında en alıngan ve anlaşılmaz varlık. Genelde sadece iki cümleyi tanıyordu: çok sıcak ya da çok soğuk. Sersem bir aygıttı." (Burada "canlılar arasında" diyerek biraz karıştırmış ama düşünce güzel:))

 "Sersem ürer, genişler ama bir türlü kendini geliştirmez."
Kitabı klasik bir polisiyeden ayıran diğer bir özelliği de olayı suçlunun gözünden izlememiz. Polisiyelerde genelde bir komiser ve peşinde olduğu, merak unsuru bir suç ve suçlu vardır. Buradaysa suçlu belli, suç hakkında bir fikrimiz var ama tüm detaylar net değil. Kaçma kovalamaca uzun süre yok. Garip şekilde burada belirsiz olan polis. Kim dost kim düşman kesin değil. Suçlu profili de farklı. Beyaz yakalı, akıllı, eğitimli insanlar; geçmişlerinde travma ya da büyük sorunlar yok. Kitabın polisiye denklemini böyle tersten kurması çok hoş.

Kitabın ilk yarısı acı bir mizah eşliğinde sunulan gözlemler ve tasvirlerle dolu. Düşünceler, mekânların olay ve kişilerle eklemlenişi, o bekleyiş hali hiç ummadığınız şekilde sizi sürüklüyor. Son yüz sayfada finale nefes nefese bir koşu başlıyor. En son sayfalar romanı taçlandıracak bir son sunuyor.

Yazar Fabio de Propris Roma Üniversitesi'nde edebiyat üzerine dersler verirken 1997'de İstanbula gelmiş ve üç yıl kalmış. Bu dönemde İstanbul'daki İtalyan Lisesi'nde ders de vermiş. İstanbul'la ilgili söyleşileri, çeviri çalışmaları da var. Bu kitap yazarın Türkiye deneyiminin sonucu yazılmış. Güzel de yazılmış.

Not: Kitaba J C Grangé Türkiye'nin üyeleri arasında yaptığı anketle oluşturduğu Kara Liste'de de yer verilmiş.  Liste hem benim gibi polisiye-gerilim türüne uzak olanlar hem de bu türü sevenler için  faydalı. Daha fazlasını isteyenler kitap hakkında bir yorum da şurada bulabilirler:  Kara İstanbul - Fabio de Propris